Kategori: Psikoloji

  • Boşluk Duygusu

    Boşluk Duygusu

    Boşluk duygusu çocukluğunda duygusal ihmale uğramış yetişkinlerin çok sık karşılaştığı bir duygudur. Boşluk hiçlik demektir. Kişinin iyi veya kötü yaşadığı şeylere karşı hiçbir duygu hissetmemesi anlamına gelir. Çocukluğunda annesinden yeterli duygusal yakıtı alamamış olan yetişkin, sıklıkla boşlukta hissettiğini fakat neden olduğunu bilemediğini ifade eder.Kişi bu duyguyu bastırmak için kendini eyleme vurabilir. Eyleme vurmak demek, dürtüsel ve aşırı yoğun davranışlar olarak da düşünülebilir. Kişi, baş edemediği yoğun olumsuz duygulardan kaçmak için bu savunma mekanizması geliştirebilir. Eyleme vurmak kişiyi kötü hissettiren duyguya karşı korur. Aslında herkes eyleme vurur, bunu patolojik yapan aşırı fazla ve yoğun olmasıdır. Kişi bu boşluk duygusunu bastırmak için aşırı derecede yemek yiyebilir, aşırı derecede alışveriş yapabilir

    Bu duygu bazen, beynimizin duyguları sindirme kapasitesinden de kaynaklanır olabilir. Çok yoğun, stresli veya duygusal anlamda yorucu zamanlar geçiren yetişkin, boşluk veya duyarsızlaşma, hiçbir şeye tepki verememe duygusu hissettiğini ifade eder. Beyninizin 5 birim duyguyu hazmetme kapasitesi varken siz ona 10 birim duygu yüklerseniz aşırı yüklenmeden dolayı beyin kendini duyguları hazmetme anlamında bir süreliğine kapatabilir. Sizde kendinizi alıcıları kapanmış, duyarsız, tepkisiz ve boşluktaymış gibi hissedebilirsiniz.

    Boşluk duygusunu çözmek için kişi kendine bazı soruları sorabilir;

    • bugün ne yapsam kendimi boşlukta hissetmem?

    • bu aralar neler yapmak boşluk duyguma iyi gelir?

    Kişi bu soruları sorarken aklına ilk gelen şeyi hiç bozmadan duygusunun yatıştığını hissedene kadar uygulamalıdır.

    Boşluk duygusunun oluşumunda, duygusal modelleme de  devreye girmiş olabilir. Yani kendisini sürekli boşluk, hiçlik içinde hisseden bir bakıcınız olduysa (0-6 yaş döneminde) sizde bu duyguları o kişiden modellemiş olabilirsiniz. 

    Boşluk duygusunu çocukluğunuzda ve şimdiki hayatınızda en çok nerelerde, kimlerle, hangi olaylarda hissettiğinize bakmanız ve bu anıları psikoterapi seansınıza götürmeniz,  bu duyguyu çözmede çok daha  işlevsel olacaktır.  

  • Katarsis Kavramı

    Katarsis Kavramı

    Katarsis, arınma, kolaylaştırma ve öfke çıkarma vasıtasıyla çözülme anlamında kullanılır. Kavram, anlamını en önce Aristoteles’in Poetik ve Politika’sında bulur ve Aristoteles, bir tiyatro sunumunda dışa vurulan duyguların izleyeni ‘ruhun arınmasına’ götüreceğini iddia eder. Bu kavram, Aristoteles’ten 2000 yıl sonrasında bazı psikoterapi ekolleri tarafından yeniden ele alınmıştır. James Braid’ in (1795-1860) ifadesiyle, Mesmer’in ‘Magnetizm’ adını verdiği ve magnetizmden yola çıkarak geliştirdiği ‘Hipnotizm’ kavramıyla Hipnoz Çağı başlamıştır. Gündelik hayat ve kişilerin naif/öznel psikoloji kuramları, katarsis tasarımında önemli rol oynarlar, örneğin “bastırılmış ve bölünmüş yaşantılar insana zarar verir”, “ne kadar bastırırsan, o kadar başına gelir” gibi. Bir çok insan bu türde deneyimlenmiş formulasyonları kendi yaşantılarından hareketle de bilirler ve olumsuz duygulanımlarına sinirlenirler, kızarlar, yutarlar, tutarlar, üstesinden gelirler ya da bastırırlar. Ve bir gün küçük bir şey olur ve sınır aşılır ve o küçük yaşantıdan hareketle bastırılan her şey kendiliğinden açığa çıkar. Bu model için çeşitli ve çok kanıt kaynak vardır -aynı zamanda karşı kanıt kaynaklar da tabii (Dann,1971 ve Nolting, 2012)-. Bu kaynakların çoğu, (insanları) biyografileriyle yüzleştirmek, özdeşleştirmek ya da empati kurmak üzerinedirler. Burada, katarsis ile ima edilen şey, kültürel art alan ve terapi alanıdır ki, bu bir çok anlama sahiptir ve gündelik hayatın çeşitli yönlerine dokunmaktadır. Katarsis kavramını – uyarımlar ve gerilimleri duygusal dışa vurumla azaltmak- neredeyse her insan kendi deneyimlerinden/yaşantılarından tanımakla birlikte, katarsis hipotezi bilimsel açıdan bakıldığında üzerinde uzlaşıya varılmış bir kavram değildir ve çürütülmek istenen karşı kanıtlar da düzenli olarak üretilmektedir (örn. Nolting, 2012). Burada önemli olan bu kavram dahilinde neyin araştırıldığı, gözlemlendiği, ona nasıl bir anlam yüklendiği ve neyin çürütülmeye çalışıldığı sorgulanmalıdır. Bu bağlamda problemin çekirdeğini sadece katarsis hipotezi değil, modern psikoloji biliminin naif ve yüzeysel işlemselleştirmeleri de oluşturmaktadır. Bu nedenle öncelikli bilimsel yükümlülük, hem gündelik hayatta işe yarayan hem de bilimsel taleplere yanıt verebilecek olan bir kavram analizi yürütmek olmalıdır ki, o zaman tüm karşı kanıtlar da hem bir anlam taşıyabilsin ve hem de eleştirel olarak ele alınıp incelenebilsin.

    Psikopatolojik olarak sırasıyla şu olgularla ilgilenmekteyiz: Savunma mekanizmaları, bastırma, özellikle bir çok rahatsızlıklarda sıkça görülen bölme savunma mekanizması ve dissosiyasyon: Bilinç bozuklukları, dissosiyatif bozukluklar, bilinç düzeyinde bir motivasyona sahip olmayan amneziler, histeri, fobiler, psikosomatizasyonlar, erken dönem konversiyonlar, çoklu kişilik bozuklukları, travma çalışmaları, obsesyon ve kompulsiyonlar, psikozlar, uyum ve başa çıkma bozuklukları. Bölme, öteleme ve bastırma aynı zamanda normal psikolojik alana ve sağlıklı başa çıkma repertuarına da ait kavramlardır. Burada katarsis olgusunun ikili karakteriyle karşılaşıyoruz. Katarsis, belki de, sadece sağlıklı bir işleve sahip değildir (arındıran, çözen ve kolaylaştıran işlev dışında), aynı zamanda bir hastalık işlevi de vardır (sürdürülen intruzyonlar, olumsuz duyguların uzaklaştırılması gibi). Yaşantı/deneyimler üzerinde çalışmanın sonu yoktur ve bu çalışma tüm olumsuz duyguları sarartıp solduruncaya kadar devam ettirilebilir.

    2. BREUER VE FREUD’UN KATARSİS KURAMI

    “Deneyimlerimiz bize gösterdi ki, histerinin doğal ve  idyopatik görünümlerinde geçerli olan birbirinden çok farklı semptomları, buna neden olan travma ile sıkı bir bağlantı halinde durmaktadır ve bu bağlamda bu görünür bir olgudur. Biz, nevraljileri, felçleri, histerik atakları, epilepsi gibi görünen epileptoid konvülsiyonları, tik benzeri duygulanımları,  sürekli kusma ve besin almayı reddeden anoreksileri, çeşitli görme bozukluklarını, mütemadiyen kendini tekrarlayan yüze dair halüsinasyonları ve bir sürü benzer patolojileri , kökenlerinde böylesi travmalar yatan anlar ile ilişkilendirebildik. Yıllarca süren histerik semptomlar ile bir kerelik oluşan böyle bir patolojik yaşantı arasındaki yanlış kurulan ilişki, travmatik nevrozlarda görmeye sürekli alışık olduğumuz gibi, aynı şeydir. Bu patolojik yaşantıların kökenleri çocukluk yıllarına dayanmaktadır ve çocukluktan itibaren izleyen yıllar boyunca ağır hastalık olguları üretilmektedir. “

    “Bağlantı oldukça açıktır: kökende yatan ilk sebep yaşantısı ancak bir histeri üretecektir, başka bir sonuç değil. Bu nedenle, kökende yatan ilk sebep yaşantısı tamamen açık bir biçimde belirlenmeli, tanımlanmalıdır.”

    “Bazı başka vakalarda ise bağlantı o kadar görünür şekilde basit değildir. İlk sebep yaşantısı ve sonradan gelişen patolojik olgu arasında sembolik bir ilişki mevcuttur.”

    “Böylesi gözlemlerimiz, histerinin, travmatik bir nevrozdan patojenik bir çıkarım olduğunu kanıtlamaktadır ve travmatik  histeri kavramının genellenmesini meşrulaştırmaktadır. Travmatik nevrozlarda bedensel bir yaralanma(organik bir sebep) etkin bir hastalık sebebi değildir, aksine psişik bir travma, bir kaygı/korku duygulanımıdır sebep. Sonrasındaki araştırmalarımızdan hareketle, histeri vakalarının çoğunluğunda genellikle böyle bir psişik travmanın yattığını analojik bir şekilde gördük. Utanma, kaygı, korku, psişik ağrıların ortaya çıktığı her yaşantı/deneyim böyle bir sonuca yol açabilir. Bu yaşantıya/deneyime sahip insanların, kişilik organizasyonundaki hassaslıkları o yaşantıları birer travmaya dönüştürebilir. Bazen de nadir olmayacak şekilde  bildik bir histeri durumunda tek bir büyük parça travma yerinde, bir çok kısmi travmalar ve ancak toplamda bir süre sonra kendini bir travma olarak ifşa edebilecek olan ortak bir grup vesileler de söz konusu olabilir. Bu yaşantılar birbirine bağlandıkça kişinin muzdarip olduğu acı öykülerini inşa edebilecektir. “

    “Biz, histeriye yol açan köken anılarını gün ışığına çıkardığımızda ve bu anılara eşlik eden duygulanımlarını uyandırdığımızda, her bir tekil histeri semptomunun hemen ve geri dönüşsüz şekilde ortadan kaybolduklarını bulduk. Hasta, o köken yaşantıdaki anıyı detaylı bir şekilde tanımlamış ve duygulanımlarını söze dökmüş oldu. Bir duygulanıma bağlanmayan köken yaşantılar tamamen etkisizdirler. Zamanında yaşanmış olan psişik süreç, mümkün olduğunca canlı bir şekilde tekrarlanmak ve ifade edilmek zorundadır. Ancak o zaman tüm yoğunluğuyla birlikte o yaşantı geri gelir ve sonsuza dek kaybolur (kramplar, nevraljiler, halüsinasyonlar, felçler vs).”

    3. Thomas Scheff’in Katarsis Kuramı

    Thomas Scheff, bir duygunun inşa edilmesi ve yok edilmesinin birbirinden keskin olarak ayırdedilmesi gerektiğini söyler. Scheff, tam olarak, gerilim oluşumu ve boşaltım süreçlerini konu edinmiştir. 

    “Boşaltım ve ona ait gerilim süreçlerinin empirik (görgül) temelleri, hastaların terapilerde gözlenmesinde yatmaktadır. Örneğin hastalarımda, terapide ağlamalarını, gülmelerini, titremelerini vs. gözlemledim ve duygu gösteren hastalarımın terapide hızlı ilerlediklerini gördüm. Bunu yapmayan hastaların ise ya çok yavaş ilerlediklerini ya da hiç bir gelişme göstermediklerini de.”

    “Kuram, gerilimdurumlarının konvulsif ve istemsiz beden süreçleriyle boşaltıldığı konusuna odaklanıyor. Bu gerilim durumlarının bedensel dışa vurumları, ağlamak (yas/hüzün), titremek ve soğuk terleme (Kaygı), kendiliğinden duruma uygunluk içermeyen sürekli gülüşler (utanma ya da kızgınlık) ve sıcak ter boşanmasıyla birlikte bağırıp çağırma/tepinme (öfke) şeklinde olmaktadır. Kuram, buradan hareketle, detaylı ve açık bir tanımını vermektedir katarsisin. Olumsuz duyguların yok edilmesi/uzaklaştırılması (katarsis), dışsal göstergelerle birlikte (örn. ağlamak, titremek, soğuk terleme vs), daha çok içsel, istemsiz süreçler olarak tanımlanmaktadır. Olumsuz duygular ve gerilim arasındaki ilişkiye dair benzer açıklamalar Plutchik (1954)’ te de bulunmaktadır. Kuram, bir gerilim olarak olumsuz duygu ve bir boşaltım olarak duygu arasında da bir ayrım yapmak gerektiğini özellikle vurgulamaktadır. Bu ayrım da şimdiye kadar tabiiki yapılmamıştı! Bizim kuramımız, duygusal gerilim ve boşaltımın birbirine gerçekten tezat iki ayrı süreç olduğunu öne  sürmektedir. “

    Thomas Scheff’in üç hipotezi vardır: 

    1. Boşaltımın engellenmesi: “Duygular bir süreçtir ve duyguların biriktirildiği bir metafordur. Biriktirilen bu duygular, diğer yaşantılara da aktarılır ve toplumsal bir yaptırımla duygular bastırılır. Bastırılmış duygular ne kadar çok biriktirilirse, kişinin başka insanların boşaltımlarına toleransı da  o kadar düşer. Çünkü bu, kişinin kendi iç dengesini rahatsız eder. Örneğin, kendi yas sürecini bastırmış olan bir anne, çocuğunun sürekli ağlamasıyla kendi yasının üstünü örter/kapatır ve çocuğun ağlaması, o anneyi, bastırmış olduğu yasını biriktirmesine götürür..Ve bu kuşaklar boyu böyle devam eder. “

    2. Bastırılmış duygular, düşünme ve algılamadaki berraklığı azaltır: “Güçlü bir duygunun baskısı/etkisi altındaki bir insan, açık ve berrak düşünecek ve çevresini de doğru algılayabilecek halde değildir. (Lovenfeld,1961). Bu sonucun, kendisini yansıtan ifade edilmesi şöyledir: “korkudan felç olmuş gibiydim” veya “öfkeden kör olmuş gibiydim”. Bilinçdışı duygular da düşünce ve algıyı aynı şekilde etkilerler, yalnızca sorunu yaşayan kişi farkında değildir ne yaşadığının. Örneğin bir kadın şöyle diyebilir: “erkekler söz konusu olduğunda neden böyle bir tuhaflaşıyorum ben?” ya da bir öğrenci: “matematikte beynimi kapatıyorum sanki!”. 

    3. Bastırılmış duyguların biriktirilmesi arkadaşlık duygularını ve işbirliğini engeller ve bu nedenle bireyleri birbirinden izole eder: “Biriktirilmiş duygular vasıtasıyla üretilen olumsuz duygusal mood, apati, boşluk ve yabancılaşma gibi durumlara ya da duyguların cezalandırıldığı sosyalizasyon süreçleri vasıtasıyla bastırmaya sebep olabilir. Tomkins’ in (1963) açıkladığı üzere, duyguları cezalandırılan kişi, içsel yaşantılarını ötekilerden saklamayı öğrenir. Çünkü bu duyguları /yaşantıları ötekiler tarafından bilindiğinde, bu, acılarına yeni acılar eklenmesi anlamına gelecektir. Böylesi bir kişi, kendi içsel yaşantılarını diğerleriyle paylaşma yetkinliğinde olmadığından dolayı, büyük ihtimal diğerlerine karşı mesafeli ve kendi kendine yaşayacaktır. 

     4. Katarsis Kavramının Analizi

    Katarsis kavramı, çok anlamlı ve çeşitli yazarlar, uzmanlar ve araştırmacılar tarafından tamamen farklı anlamlarda kullanılan bir sözcüktür. Bu açıdan bakıldığında bile, birbiriyle çelişen gözlemler ve araştırma sonuçlarının kafa karışıklığına yol açması oldukça anlaşılırdır. Bu nedenle katarsis kavramının çeşitli anlamlarını belirlemek ve birbirinden ayırmak gereklidir. 

    Normal ve doğal katarsis, kendisini, deneyimler vasıtasıyla bilinçli yaşantılarda gösterir. Şöyle ki, algılarız, hissederiz, duyumsarız, hatırlarız, fantezileriz, arzularız ve düşünürüz. Bu içsel yaşantılar kendisini dışarıya da vurur: göz bebeklerimiz büyür, daha hızlı ya da yavaş nefes alıp veririz, bembeyaz kesiliriz ya da kıpkırmızı oluruz, terleriz, şöyle ya da böyle beden duruşuna bürünürüz, şu ya da bu ifadeyi seçeriz, engellendiğimizde iç çekeriz ya da küfrederiz, gerildiğimizde esneriz, çok sevindiğimizde güleriz ya da ağlarız.

    Katarsis-1: YAŞANTI/DENEYİM. Katarsis kavramının doğal birinci anlamını yine sözcüğün kendisini kullanarak başlayacağız. Bir olay yaşanılır/deneyimlenir ve bu bilinçte “akar”. Ancak deneyim/yaşantı, kendiliğinden anlaşılır bir nitelikte değildir. Onu bilinç düzeyinde algılamayabiliriz de (basit örnek: her sabah çalar saatle uyanmamız). Normal ve doğal yaşantı/deneyim, belirli bir duygu ile birlikte oluşur ve bu duygu zamanla yoğunluğunu kaybeder. Buna göre bir yaşantı, belirli motiflerle bir gerilim inşa eder ve bununla bağlantılı duygular da birlikte gelir. Sınırlanmamış, tamamen serbest bırakılmış yaşantı, buradan hareketle, doğal ve normal katarsis olarak görülebilir, şöyle ki: gündelik yaşantıların/deneyimlerin katarsisi. Normal ve doğal katarsis bozukluğu şöyle tanımlanabilir o halde: “serbet bırakılmamış ve sınırlandırılmış yaşantılar/deneyimler”. Bunun böyle yaşanmasının bir çok bireysel nedeni olabilir ve bir çok psişik işlevsellikler de buna neden olmuş olabilir. 

    Katarsis-2: İFADE ETME. Yaşantı/deneyim, ifade edilir ve ifade edilmesi yoluyla devam eden katarsisler oluşabilir. Böylelikle uyarım ya da gerilim yok edilir ya da uzaklaştırılır. Doğal ve alışıldık olan İfade etme, dile dökmektir (Breuer, 1895/1991, s. 229). Bir örnek: sevinçli, coşkulu ya da arzulu olunduğunda gülmek ya da engellenme veya kızdırıldığında küfretmek, lanet okumak). Bu duyguyu ifade ederken ona uygun jest, mimik ya da vücut duruşu da eşlik eder. Bu az ya da çok bilinçli de olabilir; bilinç düzeyinde olmayabilir de. 

    Katarsis-3: DOYUM. Yaşantı/deneyim yoluyla belirli arzular ya da ihtiyaçlar aktive olurlar ve bu arzu ya da ihtiyaçlar, uygun aktiviteler, eylemler ya da davranış biçimleriyle ya o anda ya da giderek sonrasında doyurulur. 

    Bu geçici kavram tanımlamalarına bir kaç soru sormak gerekli. Örneğin: “bu yaşantı/deneyim bileşenlerinin uyanık bilinç esnasında neden yaşantıya/deneyime gelmediklerini nasıl tasavvur etmeliyiz?”. Bir örnek: İnsanların önünde küçük düşürüldüm ve incitildim, ama, çok öfkelendiğim ve öfkemi haykırmak istediğim halde, kendimi tuttum ve herhangi bir duygu göstermedim. Bu ifade edilmemiş öfkeyle ne olacak? Böyle ifade edilmemiş öfkeleri biriktiriyor muyuz? Duygularımı ve ihtiyaçlarımı sürekli kontrol altında tutarsam ve onları ifade etmez ve yaşamamı engellersem ben nasıl gelişeceğim? Mide yaraları, kaygı durumları, kalp çarpıntıları, depresyon ya da obsesyonlara gark olmayacak mıyım kendimi sürekli tuttuğumda? Duygularını, arzularını ve ihtiyaçlarını ifade edenler ve onların peşlerinden gidenler daha sağlıklı ve mutlu mu yaşıyorlar acaba?

    Nihayetinde şunu da gözden kaçırmamalıyız: katarsisin şimdi ve burada gerçekleşip gerçekleşmediği ya da katarsisin bizi kıstırılmış duygulardan kurtarıp kurtarmadığı ve bu kurtulmanın etkisinin araştırılıp araştırılmadığı başka bir şeydir. Ya da göz açıp kapayana kadar kısa bir anda yaşanan bir öfkenin katarsis gerektirip gerektirmediği sorusu da. Freud, psikanaliz aracılığıyla kurtulabileceğimiz kıstırılmış duygulanımlardan bahseder. Kıstırılmış duygulanımlar kuramı, adından anlaşılacağı üzere, duygulanımların “kıstırılmış” ve “kurtarılmış” olabileceğini öngörür. Nereden biliyoruz ki bunu? Nasıl varılmış ki acaba bu “kıstırılmış duygulanımlar”ın olduğuna? Bu hipotezi nasıl test edebiliriz ki? Breuer ve Freud’un bu soruya klasik cevabı şuydu: “bastırılmış yaşantılar/deneyimler, hipnoz altında aktive edilebilirler ve güçlü duygulanımsal yaşantı parçaları ifadeye getirilebilirler ve bu kurtuluştan sonra semptomlar ortadan kaybolabilirler. Bu, iyileştirici katartik yaşantıya/deneyime bir örnek teşkil edebilir. Bu anlamda rüyalar da katartik bir süreç olarak tanımlanabilirler. Uyku ve rüya birbirine bağlıdır ve bunlarla psişik rahatsızlıklara ulaşılabilinir ve bu da katartik yaşantının iyileştirici değerini temellendirmeye götürür bizi.  

  • Depremin Olası Etkisi: Travma Sonrası Stres Bozukluğu

    Depremin Olası Etkisi: Travma Sonrası Stres Bozukluğu

    Son zamanlarda depremle ilgili olumsuz yaşantıların meydana gelmesi, birçok kişinin ruh sağlığının olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. Özellikle ülkemizde geçmişte depremle ilgili travmatik yaşantıların olması, travma ve ilişkili ruhsal rahatsızlıkların tetiklenmesine yol açmaktadır.

    Bireyin ruhsal ve bedensel sağlığını birçok biçimde sarsan, inciten, yaralayan her türlü olay ‘’travma’’ olarak adlandırılmaktadır. Ancak insan hayatında üzüntü ve sıkıntı yaratan her olay ruhsal travma yaratmamaktadır. Deprem gibi doğal afetler, savaş, işkence, tecavüz gibi travmatik yaşantılar, ciddi hastalıklara yakalanma, beklenmedik ölümler ve kazalar psikolojik sıkıntılara yol açtığı belirtilen travma türleri arasındadır.

    Travma Stres Bozukluğuna ilişkin belirtiler şu şekildedir: Kişinin ölüm, ağır yaralanma, cinsel saldırı gibi birçok olayla karşılaşması sonucu bu olaylara ilişkin, tekrarlayan, istemsiz gelen,

    • Sıkıntı veren anılar,

    • Rüyalar,

    • Kişinin çevreyi gerçek dışı bir şekilde algılaması,

    • Kişinin kendisini dışarından izliyormuş gibi hissetmesi (Bedeninden ayrılma hissi),

    • Yaşanılan olaya ilişkin uyaranlara karşı ruhsal sıkıntı, fizyolojik tepkiler (uykusuzluk, konsantrasyon güçlüğü,  baş ağrısı, taşikardi vb.),

    • Travmatik olaylara ilişkin uyaranlardan sürekli kaçınma (Mesela kişinin olayı yaşadığı yere gitmemesi gibi),

    • Olaylara ilişkin düşüncelerde ve duygudurumunda olumsuz değişiklikler (Kaygı, öfke, huzursuzluk gibi),

    • Uyarılma belirtileri (Diken üstünde hissetme, aşırı tedbir alma, ani ses ve hareketlere karşı irkilme gibi aşırı tepkiler gösterme vb.),

    • Tepki gösterme,

    • Bu belirtilerin 1 aydan uzun süredir devam ediyor olması. 

        17 ağustos depremi sonucunda yapılan Travma Sonrası Stres Bozukluğuna ilişkin toplum taramalarında yaygınlık oranları %20, çadırlarda %47, tedavi için başvuranlarda  %63 olarak saptanmıştır (Öztürk ve Uluşahin, 2016).

        Travma Sonrası Stres Bozukluğu genel toplum araştırmasında ise yaşam boyu görülme sıklığının  %1-%14 arasında değiştiği görülmektedir. Bu oran erkeklerde %5-%6, kadınlarda %10-%14 arasında değişmektedir (Breslau ve ark., 1991; Kessler ve ark, 1995; Perkonigg ve ark., 2000; Şalcıoğlu, 2001). Kadınlarda daha sık görülmesinin sebebi, kadınların tecavüz gibi travmatik olaylara ve kişilerarası şiddet biçimlerine maruz kalma olasılığının daha yüksek olmasıdır. 

        Genç yetişkinlik dönemlerinde travmatik olaylara maruz kalma olasılığı yüksek olduğu için Travma Sonrası Stres Bozukluğu en sık bu yaş aralığında görülmektedir. Kişide çocukluk çağı travmalarının yüksek olması, intihar riskini arttırmaktadır. Travmatik olaylar gelişmeden önce sosyal desteğin olması ise kişi için koruyucu bir faktördür. 

    Risk Faktörleri

        Çocukluk çağında yaşanılan ruhsal rahatsızlıklar, kişide önceden varolan psikolojik rahatsızlıklar (Örn: Panik Bozukluk, Depresyon veya Obsesif Kompulsif Bozukluk gibi), sosyoekonomik seviyenin düşük olması, zihinsel gerilik, ırksal/etnik statü, aile geçmişinde varolan psikolojik rahatsızlıklar, düşük eğitim seviyesi, cinsiyet, genç yaşta olma risk faktörleridir.  

        Travmanın niteliği de risk faktörleri açısından önemlidir. Algılanan yaşamsal tehdit, bakımveren tarafından şiddet görme veya bakımverene uygulanan şiddete tanık olma, uygunsuz başa çıkma yöntemleri, tekrar eden üzücü anılara, sonraki yaşam olaylarına, kayıplara maruz kalma diğer risk faktörlerdir.

    Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve Deprem

    Deprem gerçekleştiği bölgede coğrafi olarak büyük bir yıkıma yol açmanın yanı sıra insanların yaşamlarını fizyolojik ve psikolojik olarak derinden etkileyen bir doğal afettir. 

    Yapılan çalışmalar göstermektedir ki depremi yaşayan kişilerin %20’sinde Travma Sonrası Stres Bozukluğu ortaya çıkmaktadır. Özellikle depremlerden sonra etkilenen kişi sayısının oldukça fazla olması, bu konunun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Travmanın şiddeti, psikolojik etkisinin de derecesinin etkilemektedir. Deprem esnasında enkaz altında kalma, yakınını kaybetme, evin hasar görmesi, deprem sırasında yaşanılan korkunun derecesi önemli risk faktörleridir. 

        Çoğu kişide travma ile ilişkili belirtiler saatler ve günler sonrasında ortaya çıkabilmektedir. Bazı bireylerde yıllar sonra dahi ortaya çıktığı görülmektedir. Deprem gibi travmatik bir olay yaşayan bireylerde ise Travma Sonrası Stres Bozukluğu belirtileri ilk günlerde ortaya çıkmakla birlikte, birçok kişide günler veya haftalar içerisinde bu belirtilerde iyileşme görülmektedir. Ancak bazı kişilerde belirtilerin düzelmesi daha uzun bir süreci kapsamaktadır. Böyle durumlarda belirtilerden kaçınmak, olay hiç olmamış gibi davranmak sorunların daha da şiddetlenmesine yol açmaktadır.  

    Travma Sonrası Stres Bozukluğunda Tedavi Yöntemleri

        Deprem sonrasında yapılacak ilk psikolojik yardım, kişinin fizyolojik ve psikolojik olarak rahatlamasını sağlamak, sosyal destek alması yönünde cesaretlendirmek, Travma Sonrası Stres Bozukluğu hakkında bilgilendirme yapmaktır. Kişi istemediği takdirde yaşadığı deneyimler konusunda konuşmaya zorlanmamalıdır. Kendisini hazır hissedip yaşadığı deneyimi paylaştığında ise empatik bir tutumla dinlenmelidir. Yaşamını yeniden düzenleme konusunda motivasyon sağlanmalı, yaşadığı sürecin geçici bir süreç olduğu belirtilmeli, travmatik yaşantıların dikkat ve odaklanmayla ilgili problemler yaratabileceği göz önünde bulundurularak araç kullanma gibi dikkat gerektiren durumlarda dikkat edilmesi gerektiği belirtilmelidir. 

        Beslenme düzeni, uyku hijyeni, düzenli egzersiz yapmak, alkol ve madde kulanımından uzak durmak, günlük aktiviteleri aksatmamak, duygu ve düşüncelerini dışavuracak etkinlikler yapmak (bir günlük tutmak, resim yapmak gibi) kişinin TSSB belirtilerini azaltmada etkili olacaktır. Bu öneriler uygulandığı halde belirtilerde düzelme görülmüyorsa, belirtiler 1 aydan uzun süredir bulunuyorsa ve kişi iş, okul, sosyal yaşamı gibi alanlarda işlevsellikte bozulmalar yaşıyorsa bir uzmana başvurmak doğru bir tercih olacaktır.

        Travma Sonrası Stres Bozukluğu’nda ilaç tedavileri ve psikolojik tedaviler kullanılmaktadır. Travmatik belirtiler her kişide farklı tablolar şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Aynı şekilde deprem ve sonrasında verilen tepkiler, depremin şiddeti, kişilik yapısı, geçmiş yaşantılar gibi faktörlerden etkilenmektedir. Bu nedenle bireye özgü bir tedavi belirlemek doğru bir yaklaşım olmaktadır.

        TSSB’de ilaçlı tedavilerde antidepresanlar tavsiye edilebişir. Ancak bu tedaviler psikiyatrist kontrolünde sürdürülmelidir. 

        Psikoterapiler, bu konuda eğitimi ve deneyimi olan psikiyatr ve klinik psikologlar tarafından yürütülmelidir. Bilişsel Davranışçı Terapi ve EMDR Travma Sonrası Stres Bozukluğu’nda önerilebilir.

  • 6 Saniye, Mutlu Bir İlişkinin Sırrı

    6 Saniye, Mutlu Bir İlişkinin Sırrı

    Sorunsuz İlişki Yoktur…

    Gottman Enstitü araştırmalarına göre sorunsuz ilişki yoktur, oysa mutlu ilişki vardır. Yapılan çalışmalar mutlu olduğunu ifade eden çiftlerin dahi sorunları olduğunu ve bu sorunların genel olarak % 61’inin çözümsüz, % 39’unun ise en iyi ihtimalle ulaşılabilir ve çözülebilir olduğunu gösteriyor. Bu noktada önemli olan, sorunların çözülebilir kısmına odaklanmak gibi duruyor. Peki, bakalım başka neler mutlu bir ilişki için imkân sağlıyor:

    1. Birbirini tanımak, birbirine ilgi duymak.

    Bu tanıma kişinin en zayıf yönlerinden en güçlü taraflarına, hayatta en çok korktuğu şeyden en sevdiği yemeğe kadar geniş bir yelpazedir. İlişkinin ilerleyen yıllarında da bu ilgiyi taze tutmak, güncelleme yapmak önemli görünüyor. Çünkü tüm bunlar zaman içinde değişebiliyor. Unutmayın ki ilişkiniz de tıpkı sizler gibi canlı…

    2. Temas halinde olmak.

    İlerleyen yıllar, eklenen ve artan sorumluluklar, belki çocuklar, anne babalar arasında ne olursa olsun birbirinizle olan teması kaybetmemek önemli görünüyor. Ne hissettiğinizden, neye ihtiyacınız olduğundan karşılıklı haberdar olmak önemli. Bazen hiç fırsat yokmuş gibi görünse de gün içinde bir “yapılacak listesi” yerine sevgi sözcükleri ya da özlem içeren bir mesaj ya da arama; yemek hazırlarken bir yandan kısa bir masaj ya da bir yorgunluk kahvesi hazırlamak her iki tarafı da tazelemeye yardımcı olacaktır. Geniş zamanlar yaratıncaya dek kısa anları es geçmeyin.

    3. Karşılıklı duygusal ve fiziksel ihtiyaçları gözetmek ve paylaşmak.

    4. Sorunları olabildiğince yapıcı bir şekilde dile getirebilmek. 

    Kişisel hakaret, aşağılama, yargı ve eleştiri veya iletişimi kesmek, küsmek yerine şikâyet ve soruna odaklanıp duygu ve ihtiyaçları ifade edebilmek sizi ciddi bir yükten kurtarabilir. Bu, isteklerinize ulaşmanızı da kolaylaştırır. Sorunlara rağmen ilişkinizin ve sizin yıpranmanızın önüne geçer.

    5. Birbirinizin olumlu yönlerine odaklanmak. 

    Birbirinizin çabasına, yapmadıklarından çok yaptıklarına odaklanmaya çalışmak da iletişimde kalmayı kolaylaştıracaktır. Unutmayın her ilişkinin güçlü ve zayıf yönleri vardır. Güçlü yönleri fark etmek sorunları çözmede daha çok işinize yarayacaktır.

    6. Kişisel alan.

    İhtiyaçlar ve hayallere yer açmak, hatta birbirinizi desteklemek önemli görünüyor. Aksi halde iki kişi tek bir bünyede verimsiz bir hale dönüşebilir.

    7. Ortak hayaller kurabilmek.

    Planlar yapmak ve ileriye dönük hayaller için çaba sarf etmek birliktelik duygusunu besleyen önemli bir bileşen.

    8. Her iki tarafı da gözeten özenilmiş bir cinsel yaşam

    Cinselliğin ve birbirinizle temasın öncelikleriniz arasında ilk sıralarda yer alması ilişki doyumu için önemli görünüyor. Cinselliği konuşabilmek, karşılıklı ihtiyaç ve beklentilere kulak vermek mutlu bir ilişkinin belirleyicisi olabiliyor.

    9. Ortak zaman ve flört için en ufak fırsatları dahi kaçırmamak.

    Hayatta başka bazı sorumlulukların (örn., Çocuk,  anne baba, sağlık sorunları, iş vb.) öne çıktığı dönemlerde dahi teması kaybetmemek kıymetli.

    Bonus madde: Ve son olarak Gottman’lara göre günde 6 saniyelik bir öpücük partnerinizle bağınızın güçlenmesi ve olumlu havayı yakalamak için altın niteliğinde bir fırsat!

    Ya siz, bugün 6 saniyelik öpücüğünüzü verdiniz mi?

  • Çocuklara Sınır Koymak

    Çocuklara Sınır Koymak

    Ebeveynliğin zor kısmı; çocukların anne babalarının sınırlarına şartlarına uyum sağlayabilmek için kendilerini kontrol etmek istememeleri anne babalarının kendi şartlarını değiştirmesini istemeleridir.

    Ebeveynin sınır koymak için üç yolu vardır.

    1-Vasilik: Çocuklar kendi hayatlarını koruma ve gözetme bilgeliğine sahip olmadığından , ebeveynlerinin deneyimlerinden elde ettiği bilgeliğe ihtiyaç duyarlar.

    2-Yöneticilik: Öz disiplinle dünyaya gelmeyen çocukların, gelişimleri açısından önemli beklentileri karşılayabilmeleri için gerekli görevleri yerine getirmelerini sağlamak gerekir.

    3-Kaynak olmak: Çocuklar dünyaya kaynakları olmadan gelir. Ebeveynler çocuk için iyi olan her şeyin kaynağıdır. Önemli olan bu kaynakların verilmesi ve alınmasındaki sınırlardır. Zamanla çocuğun verileni almayı bunları sorumlulukla kullanması ve zamanla kendi ihtiyacını karşılama rolüne geçmesi beklenir. Ebeveyn kaynağı sınırsız verirse çocuk kendini ayrıcaklık hisseder; buna bağlı olarak talepkar ve bencil yapı sergilerler.

    Etkili bir ebeveyn olabilmek için;

    1.Öğretmek 

    2.Örnek olmak yani rol model olmak 

    3.İçselleştirmesine yardımcı olmak yani sorumluluklarının sonuçlarıyla yüzleştirmek gerekir.

    Sınır eğitiminde dikkat edilmesi gereken noktalar

    Sizin değil çocuğunuzun size ihtiyacı var.

    Ebeveynin kendi acı veren duygularını çocuğunki ile karıştırmaması gerekmektedir. Bu şekilde çocukla fazla özdeşleştirme yapmaktadır. Elbette çocuğa karşı empati beslemesi gerekmektedir.

    Sevdiğiniz kişilerle hiç fikir ayrılığı yaşamıyorsanız büyük bir terslik var demektir.

    Sınır belirttiğimiz de çocuğa çocuk kendini daha az değil daha çok güvende hissetmektedir.

    Görmezden gelmek ve geçip gitmek: uygunsuz davranışları görmezden gelmek giderek artmasına sebep olabilir kötü şeyler kendiliğinden düzelmez çocukların özellikle uygunsuz davranışı kesebilecekleri firenleri yoktur gözardı etmek inatçılığa da sebep olabilir.

    Bu süreçte yıpranmak olasıdır, çocuklarımız ne zaman güçsüz düşüp teslim olabileceğimizi hissederler.

    Çocukların sorumluluklarını ihmal etmelerine her izin verdiğimizde öz kontrole sahip bir kişi olma becerisine zedelemiş olmaktayız 

    Yıprandığını fark ederseniz 1- kendinize zaman ayırmak ve destek veren çevreden yoksunsunuzdur. 2-çocuğunuzu belli bir aşamaya kadar iş yapacak şekilde eğitmiş ve sonunda pes etmişsinizdir.

    Ektiğini biçme yasası = hayat deneyimlerimiz çabanın sebat etmeyi ve sorumluluğun meyve verdiğini göstermektedir eğer bu yasaya ye öğrenmezsek o zaman şeyler için sebat edecek motivasyona sahip olamaz tembellik sorumsuzluk yaparız

    Yani çocuğa öz kontrol kazanmasına yardımcı oluruz. Bu da çocuğun “hayatımın ne kadar kaliteli olacağının kontrolüne sahibim” demesini sağlar. Bu sayede hayatının kontrolü anne babasının elinde değil , kendisinde olduğunu anlar.

    Sınır eğitiminde çocuğa öfke yaratmamak için kötü seçimlerinin sorumluluğunu alan çocuğa empati yapılmalıdır “ben demiştim” cümleleri öfke yaratmaktadır.

    Ödül ise yeni beceriler edindiği zaman ve istisnai performans sergilediği zaman verilmeli yaşına uygun beklenen davranışlar sergilediğinde verilmemelidir.

  • Göçün Psikolojik Etkileri ve Sebepleri

    Göçün Psikolojik Etkileri ve Sebepleri

    Bilindiği üzere son yıllarda göç oldukça artmış bulunmakta. Göç etme süreci farklı şekillerde gelişen bir süreçtir. Grup olarak göçmek, zorunlu göç, bireysel göç gibi durumlar söz konusu olabilir. Göç etmek sadece ekonomik olmak zorunda değildir. Siyasi sebepler, sosyal sebepler ve ya psikolojik sebepler de göç etmek için neden olabilir.

    2010 yılında, dünya genelinde göçmen sayısı 214 milyon iken, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’na göre 2016’da 244 milyon insan ülkelerinin dışında yaşamaktadır (BMNF, 2016).Göç edilen ülkelerde göçmenler daha çok onlar için ayrılmış kamp alanlarına yerleştirilirler. Buradaki nüfusun fazlalığı kişilerde sağlık problemlerinin görülmesine sebep olabilir. Bunun yanı sıra sosyal ve ekonomik problemler de baş gösterir. Ancak sosyal, ekonomik ve sağlık problemlerinin dışında daha olası bir problem ortaya çıkabilir ki bu da ruhsal problemlerdir.

    Göç Ruh Sağlığını Nasıl Etkiler ?

    Dünyadaki tüm mültecilerin %47’si, sığınmacı ve yerlerinden edilmiş kişilerdir ve bunların %50’sini kadın mülteci ve sığınmacılar, %44’ünü ise 18 yaş altı çocuklar oluşturmaktadır (Gögen 2011).Yaşanan süreçler stres yaratıcıdır ve sığınmacılarda özellikle ruh sağlığı problemlerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır (Ehntholt ve Yule 2006).

    Sığınmacılarda ruhsal problemler sadece göç etmeye bağlı olmayabilir. Göç öncesi dönem de bu kişilerin ruhsal hallerine bakmak için önemli bir yordayıcıdır. Göç öncesi risk etmenleri olarak, kendi ülkelerindeki ekonomik, eğitim ve meslek durumunun olumsuz olması, siyasi durumlar, sosyal destek, roller ve sosyal ağın bozulması sıralanabilir (Kirmayer ve ark 2011). Bunlara bağlı olarak, birçok mülteci/sığınmacı, ülkesini terk etmeden önce tecavüz, işkence, savaş, tutukluluk, cinayet, fiziksel yaralanma soykırım gibi travmatik olayları yaşamakta ya da tanıklık etmektedir (Nicholl ve Thompson 2004).Bunların yanı sıra çocukluk yaşantıları, ruhsal problemlere yatkınlık, kişisel problemler, kişilik özellikleri de belirleyici olabilir.

    Göç etme sırasında da yine benzer zorluklarla karşılaşabilirler. Göç süresi, mülteci kamplarındaki zorlu yaşam koşulları, şiddete maruz kalma, ailesinden uzaklaşma ve ya ailesini kaybetme, göç ettiklerindeki belirsizlik gibi durumlarda oldukça etkilidir. Göç edilen yaşın da ruhsal problem yaşama ihtimaliyle bağlantılı olduğu söylenebilir. Genç yaşta yapılan göçlerde kişiler daha kolay adapte olabilmesine rağmen kültürel yapı tamamlanmadan yeni bir kültüre adım atmış olmak da riski arttırabiliyor.

    Göç sonrasında ise, göç veya mülteci statüsü hakkında belirsizlik, işsizlik ve istihdam edilememe, sosyal statü, aile ve sosyal destek kaybı, arkasında bıraktığı aile üyeleri ile ilgili endişenin yanı sıra yeniden bir araya gelmeye yönelik endişe, dil öğrenme, kültürel uyum ve uyum zorlukları (örneğin, cinsiyet rollerindeki değişim) ruh sağlığını olumsuz etkileyen diğer risk etmenleridir (Kirmayer ve ark 2011).Bunun yanı sıra yeni bir kültüre alışma çabası, dışlanma, algılanan ayrımcılık da ruhsal durumla ilişkilidir. Bu sebeple kendi etnik grubunun içinde yaşamak kişi için daha sağlıklı görünmektedir. Aynı kültüre sahip kişilerle yaşamak sosyal desteği, paylaşımı arttırıp yalnız kalma hissinden uzaklaştıracağı için kişi daha stabil bir ruh halinde olabilecek ve ya sahip olduğu ruh halini koruyabilecektir. Nitekim yapılan çalışmalarda, sığınmacı/ mültecilerde, göç öncesi travmalardan daha çok göç sonrası stres etmenlerinin ruh sağlığı üzerinde güçlü olumsuz etkisi olduğu aktarılmaktadır (Teodorescu ve ark 2012).

    Tüm bu sebeplerin arasında en çok etkilendikleri durum göç sonrası durumdur. Göç sonrasında yeni bir ülkeye yeni bir kültürü öğrenme dönemi oldukça zorludur. Bunun yanı sıra kendini kabul ettirme çabası, dışlanmışlık hissi, iki kültür arasında kalmak, yeterli desteği görememek ruh halini oldukça etkilemektedir. Sığınmacıların göç ettikleri ülkelerin kültürünü edinmeye çalışmaları, bu sebeple kendi kültürlerinden uzaklaşmaları, kendi kültürlerini yaşayamamaları en çok strese yol açan sebeplerden biridir. Kültürleşme dediğimiz bu durum da yaşa göre değişkenlik göstermektedir. Kaplan ve Marks (1990) yeni kültüre ayak uyduran genç göçmenlerde depresyonun yüksek olduğunu bulurken, yüksek kültürleşmenin yaşlı göçmenleri depresyondan koruduğunu saptamışlardır.

    Sığınmacı/mültecilerde ruhsal bozukluklar olarak bunaltı, depresyon, psikosomatik belirtiler, uyku düzensizliği, dikkat eksikliği, intihar, agorofobi ve travma sonrası stres bozukluğuna (TSSB) rastlanmaktadır (Buz 2008, Gündüz 2012, Warfa ve ark 2012, Lee ve ark 2012).Travma sonrası stres bozukluğunda uyku problemleri, olayla ilgili anıların sık sık hatırlanması, hatırlatıcı faktörlerden kaçınılması, agresyon, irkilme gibi belirtiler vardır. Bu belirtiler çoğunlukla travmanın yaşandığı günden sonra görülmeye başlanır ve genellikle birkaç hafta sürer. Ancak bu durum sığınmacılarda daha uzun, aylarca hatta yıllarca sürebilir.Özellikle göçten sonra hayallerindeki gibi bir kurtuluşla karşılaşmamaları,zor koşullarda yaşayıp yakınlarından ayrı kalmaları hayal kırıklığına hatta öfkeye yol açabilir.Böylece kişi depresyon ğyaşamaya açık hale gelir.İsteksizlik, durgunluk, düzensiz uykular,halsizlik,mutsuzluk,iştah kaybı gibi belirtiler görülebilir. Genellikle TSSB, depresyon ve kaygı bozuklukları ile bir arada bulunmaktadır (Ehntholt ve Yule 2006, Kirmayer ve ark 2011).

    Yetişkin sığınmacılarda yapılan gözden geçirme çalışmalarında (6743 kişi) % 3 ile % 86 arasında TSSB, % 3 ile % 80 arasında major depresyon, % 4 yaygın bunaltı bozukluğu, % 2 psikotik bozukluk dikkati çekmektedir (Fazel ve ark 2005).Travmatik olayların etkisi uyum sistemlerinde ana rol oynamakta ve bu durum gelecekte eşlik eden hastalıkların sayısının ve travmatik olaylara yatkınlığın artmasına yol açmaktadır (Teodorescu ve ark 2012).

    Göç için gelinen ülke ilk dönemler yabancı bir kesim olsa da yıllar geçtikçe daha tanıdık ve daha uyumlu sağlanmış bir hale gelinir.Bu sürede dil öğrenimi,yaşam koşulları artsa bile geri dönme isteği ile birlikte çaresizlik duygusu da artabilir. Yüksek stres puanları yeni gelinen yerde 3 yıl yaşadıktan sonra değişmektedir (Teodorescu ve ark 2012). Dolayısıyla mültecilerin uyum sağlaması için göç ettikleri ülkede 3 yıl geçirmesi önemli bir durum diyebiliriz.

    Göçün etkileri cinsiyet üzerinde de farklılık gösterebilir. Kadın ve erkekler göç etmeye ve göçün etkilerine farklı şekilde karşı koyabilir farklı baş etme yöntemleri geliştirebilirler. Kadınlar erkeklere oranla daha fazla psikolojik sıkıntı yaşamaktadır ve bunlar bedensel sıkıntılar olarak kendini göstermektedir. Sırt ağrısı, kalp çarpıntısı, titreme, boğulma hissi gibi belirtiler görülmektedir. Erkeklerde ise daha fazla ayrı kalmanın verdiği bunalımlar görülmektedir. Bunun yanı sıra erkeklerde isteksizlik, umutsuzluk, erkeklik algılarında bozulmalar görülmektedir. Yine kadınların erkekler ile karşılaştırıldığında daha fazla duygusal patlama, cinsel ilgi kaybı, ağlama, baygınlık ve kolayca ürkme gösterdiği belirtilmektedir (Renner ve Salem 2009). Cinsiyetler arası bu farklılıktan dolayı tedavi yöntemleri ve müdahaleler de değişiklik göstermektedir. Erkeklerin gelen yardımları kabul etmede daha isteksizler ve yaşadıkları ekonomik zorlukların altında daha fazla ezilmektedirler. Ayrıca destek veren kişilerden de şüphelenmekte ve güven problemi yaşamaktadırlar. Bu nedenle tedavi gören erkeklerin tedavi sürelerinin daha uzun olduğu belirtilmektedir (Lee ve ark 2012). Sonuç olarak kadınlar erkeklere oranla göç etmekten daha fazla etkilenmelerine rağmen adapte olmaları daha kolay ve psikolojik problemlerle baş etmeleri daha olasıdır. Ancak erkeklerde bu durum daha uzun sürmekte bu yüzden alacakları tedavi de daha uzun sürecektir.

  • Engelli Çocuklar ve Ailelerinin Depresyon Düzeyi

    Engelli Çocuklar ve Ailelerinin Depresyon Düzeyi

    Çocuk sahibi olmak tüm çiftleri heyecanlandıran, beklenti içine sokan, plan yaptıran, hayatlarını değiştiren bir yeniliktir. Her kadın hamile olduğunu öğrendiği andan itibaren ailecek gelecek planlarına başlarlar. Çocuklarının sağlığı başta olmaz üzere, eğitimi, yetiştirilme tarzı, sosyal çevresi düşünülüp planlamaya başlanır. Ancak maalesef bazen bu hamilelik düşünüldüğü gibi sonlanmayabilir ve ebeveynler engelli çocuk sahibi olabilir. İstatistiklere göre her on çocuktan biri engelli doğarken ülkemizde her 7-8 aileden birinde engelli çocuk doğar. Türkiye’de yaklaşık 3.5 milyon engelli çocuk bulunmaktadır.

    Her çocuk dünyaya geldiğinde ailesinin bakımına, şefkatine ve ilgisine muhtaçtır. Sağlıklı bir çocuğun yetiştirilmesi, toplum içinde yer edinmesi her açıdan daha olasıdır. Oysa engelli bir çocuk dünyaya geldiğinde maalesef işler değişir. Anne baba rolleri sağlıklı çocukta olduğu gibi olmaz ve engelli bir çocukla yaşamak aile üyelerini sosyali psikolojik ve ekonomik açılardan etkiler. Anne-babalar engelli çocuğa sahip olmaları nedeniyle çoğu zaman hayal kırıklığına uğrarlar.(Ergin,Şen,Eryılmaz,Pekuslu ve Kayacı 2005)Bekledikleri çocuğa sahip olamadıkları için bu hayal kırıklığını şok, kızgınlık, utanma ,suçluluk, reddetme, acı çekme gibi duygular takip eder. Acı çekme hissi aslında içinde bulundukları durumu kabullendiklerini gösterir ve zamanla acı hissinin sonucunda depresyon oluşmaya başlar. Çoğunlukla anne babalar yüklendikleri sorumluluklar karşısında her şeye güçlerinin yetmeyeceği inancı ile depresyona girmektedirler (Sandalcı 2002,Gökcan 2004). Çocuğun bakımı için gerekli olan fazla zaman, para, enerji gereksinimi ve bunların beraberinde getirdiği duygusal sıkıntılar anne ve babanın stres yaşamasına neden olmaktadır (Küçüker, 2001).Ayrıca sağlıklı bir çocuğa sahip olan aileler sosyal destek görmekte bir sorun yaşamayıp rutin hayatlarına devam edebiliyorken engelli çocuğa sahip ailelerde sosyal destek seviyesi düşmektedir. Hem normalden fazla bakıma muhtaç bir çocukla tüm zamanını geçirmekte hem de çevreden destek göremediğinde depresyon ve kaygı seviyesi de buna bağlı olarak artmaktadır. Ebeveynler eskisi gibi bir hayata sahip olamadıklarını, sosyal hayatlarının bittiğini, çevreden desteksiz kaldıklarını ve ekonomik olarak yükün fazla olduğunu gördükleri için de bu seviye gitgide artıyor ki Otistik ve Down sendromlu çocukların annelerinin kaygı puanı normal gelişim gösteren çocukların annesinin kaygı puanından daha yüksektir.

    Engelli çocuklara sahip olan ebeveynlerin kaygı düzeylerinin etkileyen bazı durumlar söz konusudur :

    1- Yapılan araştırmalara göre engelli kız çocuğuna sahip ebeveynler engelli erkek çocuğuna sahip ebeveynlere oranla daha fazla kaygı duymaktadırlar. Buna sebep olarak kız çocuğunun fiziksel gelişimi, eğer ömür boyu bakıma muhtaçsa ne olacağı, ergenlik döneminde değişiklikler olarak gösterilmiştir.

    2- Annelerin engelli çocuklarıyla yaşadıkları olumsuz deneyimler kaygı düzeylerini arttırmaktadır.

    3- Çocuğun özel eğitim merkezinde geçirdiği zaman kaygı düzeyini etkilememektedir.

    4- Kaygı düzeyleri ebeveynlerin eğitim seviyesine göre farklılık göstermektedir.

    5- Ailelerin bir kısmının depresyon seviyesinin diğer engelli çocuğa sahip ailelerin depresyon seviyesinden daha düşük olmasının sebebi geleceğe yönelik iyileşecek inancıdır.

  • Kendi Çocukluğumuz Neden Önemlidir?

    Kendi Çocukluğumuz Neden Önemlidir?

    Bugünün dünyasını anlamak için bundan yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış atalarımızı araştırmanın önemi, herkes tarafından kabul edilmiş bir gerçek. Peki insanlık olarak atamızı merak ettiğimiz kadar insan olarak atamız olan kendi çocukluğumuzu neden merak etmiyoruz?

    Biz yetişkinlerin dünyasında çocuk olmak maalesef hâlâ küçümseniyor. “Çocuk gibi olmak, çocuk işte, çocuk aklı, çocukça hareketler” gibi sözler kullanıyoruz. Acaba bu davranışın altında kendi çocukluğumuzu küçümsemek yatıyor olabilir mi?

    Bebek dünyaya geldikten sonra 3-4 yaşına kadar duygularını sözcüklerle ifade etmeyi tam olarak öğrenemez. Belirli sayıda sözcük öğrenir ancak bu sözcükleri duygularını temsil edecek kadar ifade etme yeteneği henüz gelişmemiştir. Bu süreçte beynin, duyguların olduğu bölümü daha çok gelişmiştir. Bu nedenle her bebek ya da çocuk, ifade edilememiş yoğun duygulara sahiptir. Bu duygular yetişkinlikteki kadar sabit değildir. Ebeveyn ve kardeşlere olan duyguları sevgi ve nefret arasında çok sık yer değiştirir. Çocuk büyüdükçe ebeveynler ve kardeşlerine karşı olumsuz duyguları bastırır. Zaman içerisinde hatırlamamaya başlar fakat asla tam olarak unutmaz; bunlar bilinçaltında (bilinçdışı) tutulur ve yaşam süresince farkında olmasak da aldığımız kararlara, kişiliğimize, ilişkilerimize etki eder.

    Bebek doğduğunda beyin gelişiminin yalnızca %25’i tamamlanmıştır. %75 gibi önemli bir oran, ebeveynleri ile olan ilişki sayesinde tamamlanır ve bu uzun yıllar devam eder. Bu nedenle ebeveynlerimizle ilişkimiz yaşamımızda oldukça büyük bir yer kapsar. Çocukluğumuzda onlardan hem olumlu hem olumsuz birçok şey öğreniriz. Tüm bunlar 6 yaşına kadar devam eder. Özellikle 6 yaşından sonra bu bilgiler bizim ilişki kalıplarımızı oluşturur ve yaşamımızın sonuna kadar etkisini sürdürür.

    Çocukluğumuzu düşündüğümüzde aklımıza pek fazla duygu, düşünce ya da anı gelmez. Tüm bunlar bilinçdışımızda yer alır ve onlara ulaşmak mümkündür. Psikoterapi ile gerekli olan anılara belirli bir zaman içerisinde ulaşılabilir. Bu sayede çocukluğumuzdaki duygulara ulaşarak bastırmaktan kurtarıp hayatımıza olumsuz etkilerini oldukça azaltabiliriz; ebeveynlerimizden öğrendiğimiz ilişki kalıplarını inceleyip ilişkilerde yaşadığımız sorunlara farklı bir bakış açısı kazanarak daha sağlıklı ilişkiler kurmayı öğrenebiliriz. Ancak burada amacımız bu konuları araştırırken doğrudan ebeveynlerimizi suçlamak değildir; amacımız herkesin hata yapabileceği düşüncesi ile başkalarını suçlamadan, bilerek ya da bilmeden sergilenmiş davranışların kişideki etkilerini incelemektir.

    Psikoterapi ile böyle bir çalışma yapmak için mutlaka psikolojik bir rahatsızlık yaşamak gerekmez. Bir hastalık yaşamadan kendisini daha iyi tanımak, yaşamına farklı bir pencereden bakmak, gelecekte daha doyurucu bir yaşama sahip olmak için psikoterapi desteği alan birçok kişi vardır.

  • Bilinçaltı Nedir?

    Bilinçaltı Nedir?

    Bilinçaltı, genel olarak bilincimizin altında kalan ve hatırlamadığımız şeylerin olduğu yer olarak bilinir. Bir bina bilinç, temeli de bilinçaltı olarak düşünülür. Ancak bu tarif ve tanımlama doğru değildir. Çünkü bilinçaltımız tahmin ettiğimizden çok daha büyüktür. Bilincimizde yalnızca şu an hatırlayabildiğimiz şeyler yer alır; bilinçaltımızda ise doğum öncesinden itibaren şu ana kadar duygu, düşünce, davranış, anı vs. olmak üzere her şey tutulur. Bilincimizi üzerinde yaşadığımız dünya olarak düşünürsek bilinçaltımız tüm evrendir. Aralarındaki boyut farkı bu derece büyüktür. Buradan yola çıkarak bilinçaltı kavramının da doğru olmadığını söyleyebiliriz. Nasıl ki uzay yani tüm evren dünyamızın altında diyemezsek bilinçaltımız da bilincimizin altında değildir. Bu nedenle, bilincin dışında kalan her şey anlamını taşıyan bilinçdışı kavramı bilinçaltı kavramından daha doğrudur.

    Peki bilinçdışımız tam olarak ne işe yarar? Duygu ve düşüncelerimiz, doğrudan hatırlamak yerine neden hatırlayamadığımız bilinçdışında tutulur? Bilinçdışımız bizim için arşiv niteliği taşır. Biz farkında olmasak da gün içerisinde yolda gördüğümüz tüm kişiler, aklımıza gelen tüm düşünceler, sadece çok az bir kısmını hatırladığımız çocukluğumuz vs. bilinçdışında yer alır. Ayrıca toplum tarafından kabul edilmeyen, kendimizin de kabul etmeyeceği duygu ve düşünceler de oradadır. Bunların bilinçdışı yerine bilincimizde olması sosyal ilişkilerimizde yıkıcı bir etkiye sebep olur. Geçmişimizdeki bir durumun tüm ayrıntılarını hatırlamak, yani onların bilinçdışı yerine bilincimizde olması son derece korkunç olur. Örneğin, yıllar önce bir aile üyesini kaybettiğiniz bir anı hatırladınız. Eğer bilinçdışı olmasaydı o süreçteki tüm duyguları tekrardan yaşardınız ve yeniden bir yas dönemini en uzun şekilde deneyimlerdiniz. Bu durum yaşamınızın birçok evresinde tekrarlanır ve en küçük bir olumsuz duyguya bile tahammül edememenize sebep olurdu.

    Bu bilgiler ışığında değerlendirildiğinde söylenebilir ki bilinçdışımızda tüm yaşamımız yer alır; bilincimizde ise daha çok bize gerekli olan bilgiler vardır.

  • Affetmenin Gücü

    Affetmenin Gücü

    “Bir an bekle, arkana dön ve unuttuklarını anımsa. Kaybettiysen ara, kırdıysan af dile, kırıldıysan affet: çünkü hayat çok kısa.“Mevlana Celaleddin Rumi. Affedici olmak sadece güçlü insanların sahip olduğu bir özelliktir. Psikologlar tarafından affetmek şu şekilde tanımlanır: kişinin onu üzen ve ona zarar veren birine karşı bilinçli ve kasıtlı olarak kin ve intikam duygularından arınma kararı almasıdır. Uygulaması çok zor da olsa uzun vadeli huzur ve mutluluğa ermek için affedici olmak gerekir. Hayatta herkes mutlaka birisi tarafından hayal kırıklığına ya da haksızlığa uğrar. Kırgınlık ve kızgınlık duygularını bırakmadığımız müddetçe hem ruhsal hem de fiziksel sağlığımız olumsuz yönde etkilenir. Yaşanan olumsuz olayın bize hissettirdiği negatif duygu ve düşüncelerden sıyrılmazsak bastırılan öfke zamanla bizi içten içe kemirir. Affetmek kolay bir şey değildir. Fakat affettiğimiz zaman kendimize çok büyük bir iyilik yaparız. Affettiğimiz zaman kin ve öfkenin kafesinden çıkar, özgürleşiriz.

    AFFETMEYİ ÖĞRENMEK

    Affetmenin iki türü vardır. Biri kararlı affetme, diğeri ise duygusal affetmedir. Kararlı affetme kişinin bilinçli ve istemli olarak olumsuz düşünceleri olumluya çevirme kararı vermesiyle gerçekleşir. Artık kızgın olduğumuz kişi için olumsuz dileklerde bulunmaz, o kişiye eskisi kadar kızmayız. Bilinçli ve kişinin öz iradesi ile alınan bir karar olduğu için bu affetme şekli genellikle daha kolay ve kalıcıdır. Duygusal affetmede ise kişi süreç içerisinde zamanla negatif duygu ve düşüncelerden arınır ve yapılan haksızlığa odaklanmaktan vazgeçer. Duygusal affetme kişinin kendi aldığı bir karar sonucunda oluşmadığından zaman zaman eski olumsuz düşüncelere geri dönüşler olabilir. Dolayısıyla duygusal affetme kararlı affetmeye göre daha zorlu ve sıkıntılı olabilir. Affetmenin sağlığımıza inanılmaz yararları vardır. Yapılan araştırmalar affetmenin depresyon, anksiyete ve agresyon gibi olumsuz ruh hallerinde düşüşe, madde bağımlılıklarında azalmaya, özgüvende yükselmeye ve genel olarak hayat kalitesinde artışa sebep olduğu tespit edilmiştir.

    AFFETMEK İÇİN NE YAPMALI?

    Yapılması gereken ilk adım yapılan haksızlığı tarafsız bir bakışla tekrar değerlendirmektir. Burada yapılması gereken şey kendimize acımaktan vazgeçip, kurban psikolojisinden çıkıp karşımızdaki insanı negatif olmayan bir bakış açısı ile görmeye çalışmaktır. Daha sonra karşımızdaki kişi ile empati kurmaya çalışmalıyız. Kendimizi onun yerine koyup bize yapılan haksızlığı veya kötülüğü neden yaptığı konusunda kişinin suçunu hafifletmeden tekrar gözden geçirmeliyiz. Bazen karşımızdaki kişinin bize yaptığı olumsuz davranış bize yönelik olmayıp kendi iç dünyasında yaşadığı bir olumsuzluğun yansıması olabilir. Saldırgan ve öfkeli davranan birisi çoğu kez kırgın ya da endişelidir ve olumsuz davranışı bu duygu durumunun sonucudur.

    Hepimiz zaman zaman isteyerek ya da istemeyerek başkalarını kırmışızdır. Birine yaptığınız bir haksızlık sonucu affedildiğiniz zamanı anımsayın. Size hissettirdiği rahatlama, minnet ve mutluluk duygularını hatırlamaya çalışın. Siz de birini affettiğiniz zaman ona bu paha biçilmez iyilik hediyesini verirsiniz. Bu düşünce bile çoğu kişide affetme isteği doğurur. 

    Affetmekte kararlı olun. Karşınızdaki kişiyi affettiğinizde hem kendi hayatınızda hem de çevrenizdekilerin hayatında sebep olacağınız huzur ve mutluluk duygularını düşünün. Affetmek size yapılan hataları ve haksızlıkları silmek değildir. Sadece bu olaylara karşı bakış açınızı ve tepkilerinizi değiştirmektir. Kendinizi tekrar olumsuz düşünceler ve duygular içerisinde bulursanız kendinize affetmeye kararlı olduğunuzu, size kötülük yapan kişi için artık kötü dileklerinizin olmadığını hatırlatın.